Sitem Forum
Benim Sitem'e Hoş Geldiniz.
Bu site bemin sitem Diye sahiplenen Herkese açık Bir sitedir.

Join the forum, it's quick and easy

Sitem Forum
Benim Sitem'e Hoş Geldiniz.
Bu site bemin sitem Diye sahiplenen Herkese açık Bir sitedir.
Sitem Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İnsanların karşılanması gereken genel ihtiyaçları.

Aşağa gitmek

İnsanların karşılanması gereken genel ihtiyaçları. Empty İnsanların karşılanması gereken genel ihtiyaçları.

Mesaj tarafından ahmetsakir C.tesi Mart 05, 2011 3:12 am

İNSANLARIN GENEL İHTİYAÇLARI:
İnsanların Genel İhtiyaçlatı Karşılanmak veya karşılamak ihtiyacı duyar.Aksi taktirde insanlarda birçok rahatsızlıkalr meydana gelir.
 Fizyolojik ihtiyaçlar: Yemek, içmek, uyumak, solumak gibi temel içgüdüsel ihtiyaçlardır.
 Güvenlik ihtiyaçları: İnsanlar can ve mal varlıklarının korunmasına ihtiyaç duyarlar.
 Sevgi ve ait olma ihtiyacı: Sevme, sevilme, bir gruba ait olma, yardım severlik, şefkat türündeki ihtiyaçlardır.
 Saygı ihtiyacı: İnsanlar sevme sevilme dışında kendilerine saygı duyulmasını da isterler. Tanınma, sosyal statü sahibi olma, başarı elde etme, takdir edilme gibi ihtiyaçlardır.
 Kendini gerçekleştirme ihtiyacı: Alt kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamış olan birey son aşamada ideallerini ve yeteneklerini gerçekleştirme ihtiyacı duyar. Maslow’ un bu ihtiyaç sıralamasının okul eğitiminde önemli yeri ve sonuçları vardır.
 Okula aç, hasta yorgun ve huzursuz gelen öğrencileri öğrenmeye yöneltmek kolay değildir.
 Sınıfın korku ve kaygı veren bir havası varsa öğrenci kendini okulda rahat ve güven içinde hissetmez. Bu nedenle öğretimden beklenen sonucu almak güçleşir.
 Çocukların özellikle ortaokul çağında akran grupları oluşturması ve o gruplara katılma isteği diğer ihtiyaçlarını karşılamaktan daha çok önem taşır.
 Öğretmen, anne ve babaların istek ve beklentilerindeki tutarsızlıklar da güvensizlik duygularının doğmasına ve yerleşmesine neden olur.
 Öğrenciler başkaları önünde yeterli ve başarılı olma, başkaları tarafından
tanınma, prestij sahibi olma gibi ihtiyaçları karşılamak için büyük gayret
gösterirler.
Sevme ve Sevilme İhtiyacı
Sevgi; insanları bir arada tutan en önemli etken, karşılıklı yararlanma ve dayanışma gereksinimidir. Ancak sevginin karışmadığı insan ilişkileri, çıkar ilişkileri olmaktan öteye gidemez. Sevgi, insan topluluğunun bulunduğu her yerde vardır. Sevgi, ailenin olduğu gibi toplumsal yaşamın da kaynaştırıcı gücü ve mayasıdır. Sevgiyi en geniş anlamda, “insanları birbirine yaklaştıran olumlu ve iyi duyguların tümü” olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ana baba sevgisi, çocuk sevgisi, kardeş, arkadaş, eş sevgisi, yurt ve insanlık sevgisi evrensel olan tek bir duygunun değişik görüntüleridir. Sevecenlik, ilgi, anlayış, hoşgörü, acıma, bağlılık ve beğenme de bu duygunun ürünleridir.
İnsanoğlu doğduğu andan itibaren sevmek ve sevilmek ihtiyacındadır ve başta anne baba olmak üzere büyüdükçe sevme alanlarını ve sevilme ihtiyacını geliştirirler. Başlangıçta sadece anne babası tarafından sevilmeyi isteyen çocuk zamanla arkadaşları, öğretmenleri, komşuları tarafından sevilmeyi ister. Çocuk ilk zamanlar doğal bir içgüdüyle sevmeyi bilirken, büyüdükçe anne ve babasından sevgiyi öğrenir.

Hatalı çocuk yetiştirme tutumlarının sonucunda, çocuğun sevme anlayışı, gerçeğinden sapar: “Yemeğini yersen seni çok severim, okulda uslu çocuk olursan öğretmenin seni çok sever”. Bu sevgi koşullu sevgidir. Çocuk koşullu sevgiyi anne babasından öğrenir. Çocuğu gereksindiği sevgiyle tehdit etmek, anne ve babanın çocuklarının hayatları için yaptıkları en büyük hatadır.
Koşullu sevgiyi öğrenen çocuk, sevme eyleminin böyle olduğunu zannederek, zamanla anne babasını ve çevresindeki insanları birtakım şartlarla sever: “ Bana istediğim oyuncağı alırsanız sizi severim ve hiç yaramazlık yapmam “… Böylece, koşullu sevgi çocuğun gençliğine ve yetişkinliğine kadar uzanır ve onu bırakmaz.
Çocuk ergenlik çağında ve yetişkinliğinde de çevresindeki insanlara koşullu sevgiyle davranır. Hatta evlendiğinde eşine de… Kaçınılmaz son gerçekleşir. Koşullu sevgiyle büyüyen bir insan anne veya baba olduğunda, çocuklarına da ister istemez koşullu sevgiyi öğretir. Böyle kişiler, iletişim kurmak istedikleri ve sevilmek istedikleri insanlara koşullar öne sürerler: “ Eğer benim istediklerimi yaparsan, eğer benim istediğim gibi davranırsan “ gibi… Ancak bir insanın ne fiziksel gücü, ne de ruhsal gücü bu “ eğerleri “ yerine getirmeye uygun değildir. Özellikle duygusal ilişkilerde koşullu sevgiyle davranan insanlar, karşılarındakilerin kendilerine değer vermediklerini sevmediklerini zannedip ilişkilerini yıpratırlar.
Birlikte olduğumuz insanlardan, bazı şeyler istemek tabiî ki doğaldır. Ancak bu ilişkiyi koşullara bağlamak yapılacak en büyük hatadır. Bu yüzden, anne ve babaların çocuklarına bu tür yönergeler vermemeleri, çocuğun sevme ve sevilme ihtiyacının giderilmesi açısından çok önemlidir. Bazı anne babalar sevginin çocuğu şımartacağı inancına sahiptirler. Bu ailelerde çocuğa yeterince sevgi gösterilmez. Çocuk kucaklanmaz, çocuğa “Seni seviyorum.” denmez. Çocukla anne veya baba arasında bir sevgi seti çekilir. Kimse 73
kimseye o sınırların dışında yaklaşmaz. Oysa çocuğun anne babasının sevgisini duyma ve hissetme ihtiyacı çok fazladır. Bazı ailelerde ise çocuğa karşı aşırı sevgi gösterisi vardır.
Çocuğun her yaptığı davranış abartılır ve gereksiz yere ödüllendirilir. Oysa sevginin azı kadar fazlası da çocuğun ruhsal dengesini bozar. Sevme ve sevilme ihtiyacı çocuğun ve insanın temel psikolojik ihtiyaçlarındandır ve bu ihtiyaç dengeli olarak sağlanmalıdır
Kucağa alınan ve öpülen bebeklerin duygusal hayatının, uzun süre fiziksel temastan yoksun büyüyenlere kıyasla daha sağlıklı geliştiği anlaşılmıştır.
Ohio Devlet Üniversitesinde tavşanlar üzerinde yapılan bir araştırmada, yüksek oranda yağlı besinlerle beslenmenin damar sertliğine tesirleri araştırılmıştır. Bu araştırmanın sonuçları şu düşündürücü gerçeği ortaya çıkarmıştır: Aynı tür ve aynı besinlerle beslendikleri halde sevilip okşanan tavşanlarda diğerlerine oranla daha az yağ bulunduğu tespit edilmiştir.
Gerçekten de sevgide bedenimizin kimyasını değiştirecek kadar sihirli bir güç vardır. Bu konuda Helen Colton’un tespitleri son derece önemlidir. Bir insana dokunulduğunda, onun kanındaki hemoglobin, kandaki oksijeni kalp ve beyin başta olmak üzere bedenin tüm organlarına taşıyan maddedir. Kandaki hemoglobin oranının artışı tüm bedeni güçlendirir.
Hastalıkların bedene girişini önler ve hastalıkların iyileşmesini hızlandırır. Yapılan araştırmalar fiziksel hastalıkların % 87’ sinin yeterince sevgi görememek ve sevgiyi doya doya yaşamamaktan kaynaklandığını göstermektedir.
Sevginin açığa vuruluş biçimi çok değişiklik gösterir. Sevgi gösterisi bakımından ana baba tutumlarını iki aşırı uçta inceleyebiliriz.
 Aşırı Sevgi Gösterisi
Sevgilerini çok aşırı ve abartılmış biçimde açığa vuran ana babalara çevremizde rastlayabiliriz. Doğumun ilk gününden başlayarak, çoğuna aşırı bir düşkünlük gösterir.
Bebek yeteri kadar besleniyor mu? Gereken bakımı verebiliyor muyum Diye sürekli kaygılanır. İlk aylarda göze çarpmayan ve olağan sayılan bu düşkünlük, çocuk büyüdükçe belirginleşir. Anne çocuğun hapşırmasına dayanamaz, aksırsa hapşırsa hekime koşar. Dişleri çıktıktan sonra bile ezmelerle süzmelerle beslemeyi bırakmaz. Çocuk beş altı yaşına gelmiş daha kendi başına yemek yemenin tadını tatmamış, eline kaşık almamıştır. Oyun çağına gelen bir çocuk, düşer diye oyuna bırakılmaz, ya da anne başında bekler. Çocuk okul çağına gelir, her çocuğun kendi gittiği okula o elinden tutularak götürülür. Çocuğa yardım gerekçesiyle her işine karışılır. Bu annelerin yanılgısı çocuğu sevmekle sevgiye boğmak arasındaki ayırımı yapamayışlarından gelir.
 Sevgi Yetersizliği
Sevgi gösterisi bakımından karşı uçta yer alan ana baba, verici olmayan ana babadır. Çocuğun ruhsal gereksinimleri çok yetersiz olarak karşılanır. Çocuğa yaklaşım sıcaklıktan yoksundur. Anne ya da baba çocuğu benimsememiş gibidirler. Çocuk, hakkı olan kollanma ve korumadan yoksun kalmıştır. Çocuk bakımı anneye ağır bir yük gibi gelir. Çocuğun kendisini eve bağladığından, gezmesine, çalışmasına engel olduğundan yakınır. Yanına sokulmasını istemez. Gerçekten itici bir anne bu tutumunu haklı göstermek istercesine; çocuk dediğin ana babadan korkmalı, çekinmeli, çocukları şımartmaya gelmez, ben onların hiçbir şeylerini eksik etmem ama yüz göz olmam gibi mantık yürütür. Tutumunu başkalarından olduğu gibi kendinden bile gizlemeye çalışır. Çünkü ana baba için en güç şey çocuğunu sevmediğini kendi kendine ve başkasına itiraf etmektir.

Güven İçinde Olma
Erick Erikson’a göre güven duygusunun kurulmasında bebeklerin doğumlarından bir yaşına kadar olan süre önemlidir. Bebek tüm ihtiyaçlarını tutarlı bir şekilde karşılayana bağlanır ve bu onda güven duygusunu geliştirir. Kendine bakan kişiye güvenen bebekler, ilk yaşlarında yaşadıkları kısa ayrılıklardan etkilenmeyebilirler.
Diğer bir yaklaşım John Bowlby’ in yaptığı araştırmaların sonucunda gelişmiştir.
Bağlanma teorisi, bağlanmanın ilk iki sene içinde dört genel evrede geliştiğini açıklar:
 Doğumdan sonraki ilk altı hafta: Bebekler kendilerine bakan kişiyle yakın temas içerisindedirler. Bebeklerin yemek ve bakım gibi temel ihtiyaçlarını u
kişiler karşılarlar. Bebekler tanımadıkları bir kişi ile kaldıklarında üzüntü duymazlar, bu kişiyi kendilerine bakan kişiden ayırt etmezler.
 6 hafta, 8 ay: Bebekler tanıdıklarına ve yabancılara farklı davranmaya başlarlar ve 6, 7 aylıkken tanımadıkları nesne ve insanlar ile karşılaştıklarında tedbir alırlar.
Örneğin bu durumlarda annelerine yakınlaşmaya çalışırlar.
 6-8 ay, 18-24 ay: Çocuklar anneleri ve kendilerine bakan kişiler odadan çıktığında “ayrılık korkusu” duyarlar. Bu korku, çocuk ve bağlandığı kişi ile arasındaki fiziksel ve duygusal ilişkiyi düzenler. Çocuk ve ona bakan kişi arasındaki uzaklık arttığında içlerinden biri ( anne veya çocuk) mesafeyi azaltmaya yönelir.
Bağlanma çocuğa “güven” duygusunu yaşattığı için annesi onun için güvenilir bir üstür. Çevreyi keşfetmek için bağlanma kurduğu kişiden zaman zaman uzaklaşır.
Ancak bu süreçte teması bazen yenilemek ister ve güvenilir bir üs olan o kişiye geri döner.
 18- 24 ay ve sonrası: Çocuk hareketlendiğinde ve annesinden uzak uzun süreler geçirmeye başladığında, bağlanma ilişkisini sağlamak ikisinin görevidir. Ya anne ya da çocuk teması yenilemek için harekete geçer.
Serbest Hareket Etme
Çocuklar kendilerine güvenebilmeleri, kişilik sahibi olabilmeleri için yalnız başlarına, anne babasız hareket edebilecekleri güvenli alanlara gereksinim bulunmaktadır. Ana babaya düşen görev, çocuklarına bu serbest alanda yol göstermek ancak bu serbestliğin sınırlarını da açık olarak belirlemektir.
Bu nedenle çocukların belirli konularda yaşlarına uygun olarak ve kendi başlarına serbest hareket edebilmeleri, onların kendi davranışlarını kontrol edebilmeleri için çok önemlidir. Çocuk kendi başına bir karar verdiğinde, bu kararın kendi yaşamı üzerindeki etkileri konusunda bir sorumluluk alacak ve belli oranda bir riske girecektir. Bu risk ona ağır gelse bile sonuçta kendisine bazı deneyimler kazandıracaktır. Kendi verdiği kararlar sonucu çocuğun olumlu şeyler elde etmesi ona verdiği kararın doğru olduğunu öğretecek; olumsuzşeyler yaşaması ise bu deneyimin ona daha sonraki denemeler için katkıda bulunmasınısağlayacaktır. Bu deneyimlerin çocukta güven ve sorumluluk duygusunun gelişmesindeönemli adımlar olduğu düşünülmektedir. Bağımsızlık ve kişisel sorumluluk ancak uzun zaman süreci içinde yavaş yavaş ve alıştırmalarla verilebilir. Hangi yaşta olursa olsunherkesin belirli sınırlara gereksinimi vardır. Hem toplumsal yaşantıda uyumlu olabilmek hemde kişisel huzuru ve dengeyi sağlayabilmek için kişinin belirli sınırlarının olmasına gerek vardır. Bu sınırlar kişisel bütünlüğü koruyabilmek ve başkalarıyla iletişimde açık ve net olabilmek de gereklidir. Bu sınırlar aynı zamanda, kişinin kendini hangi alanlarda ve nereye kadar geliştirebileceğinin de bir ölçüsü gibi düşünülebilir. Çocukların sınırları önce anne baba olmak üzere çevre ve toplum tarafından belirlenmektedir. Aile, okul, meslek eğitimi, maddi durumu, ev durumu gibi değişen etkenler yanı sıra ailelerin çocuk yetiştirme biçimleri, tüm alanlarıyla eğitim öğretim, toplumdaki sosyal ve kültürel değer yargıları da bu sınırların belirlenmesinde çok önem taşıyan değişkenlerdir. Çocukların sınırlarının nasıl ve ne oranda olması gerektiği aileler tarafından belirlenirken, kuşkusuz çocuğun kendinden getirdiği yaratılış özellikleri de bunda etkili olmaktadır. Daha bebeklikten başlayan bu sınırlar, çocuğun gereksinimleri ve ailenin tutumuna göre, her yaş için farklı düzey ve biçimde olmak üzere yeniden ayarlanmalıdır.
Çocuk ve gencin sınırları; esnek ama gevşek değil, belirli ama katı değil, tutarlı ama değişmez değil, yaptırımı olan ama zorlayıcı olmayan niteliklerde olmalıdır.
Kuşkusuz bu sınırların belirlenmesine, çocuk ve gencin gereksinimleri, beklentileri,dilekleri de önemsenmeli, gelişen topluma göre güncel değerler göz önüne alınmalı, çocuk ve gencin de bu oluşumda payının olmasına dikkat edilmelidir. Çocuğun belirlenen sınırların çok geniş ve gevşek olması, bir anlamda sınır olmaması anlamına gelmektedir. Bu durumda çocuk ve genç gerçek yaşamda neyi, ne zaman, nerede, nasıl yapacağını öğrenmemekte, davranışlarını ayarlama ve kontrol edebilmeyi becerememekte, gerçek yaşamdaki ilişkilerini ayarlayamamakta, kendi sınırlarının nerede bittiği ve başkalarının özgürlüğünün nerede başladığını kestirememekte, sosyal uyum ve iletişimde ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunun tersine, çocuğa gereksiz engellemeler ve yasaklardan oluşan bir sınır belirlenmesi, “çocuğun kişiliğinin aşırı sınırlanması “ demektir. Bu durum çocuk ve gencin yaşam becerilerinin gelişmesinde engelleyici rol oynamakta güvensizlik, karamsarlık ve kuşku duyguları ve bunların neden olduğu yeni sosyal sonuçlara yol açmaktadır.
Sınır ve sorumlulukların kesin olarak belirlenmediği, anne baba arasında belirgin tutum farklılıkları olduğu, aynı konuda farklı zamanlarda farklı sınırların söz konusu olduğu durumlar, “belirsiz, tutarsız ve güvenilmez” olarak değerlendirilmektedir. Böyle bir durum da çocuk ve gencin, kendi davranışlarını ayarlama, karar verme ve sorumluluk almada sorun yaşamasına neden olacaktır.
Ait olma
Kabul görme ihtiyacı psikolojik gereksinimlerin en önemlilerindendir. Saygı görme ihtiyacı ile iç içe olan bu ihtiyacın doyurulması çocuğun kendini iyi ve mutlu hissetmesine neden olur. Kabul görme ihtiyacının eksikliği, psikolojik bozukluğu olan çocuklarda daha açık biçimde görülür. Yapılan araştırmalar, aileleri tarafından duyguları ve düşünceleri kabul görmeyen çocuk ve gençlerde asilik, karşı çıkma, direnç saldırganlık, aileden uzaklaşma gibi uyumsuz davranışların gözlendiğini göstermektedir. Çocuklar kendi ailesinden başlamak üzere arkadaşları, okul arkadaşları, spor grupları, komşuları veya toplum gibi diğer insan gruplarını kapsayacak şekilde başkaları tarafından kabul görmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyar. Bu kabul görme grup kimliği olmadan kendini reddedilmiş, yalnız ve bir evi, ailesi veya grubu olmayan başıboş biri gibi hissedebilir.
Uyarılma ve Etkinlik İçinde Olma
Murray ve Maslow’un açıklamalarına göre insanların ihtiyaçlarının tamamen ve mükemmel bir şekilde karşılandığı durumlar pek azdır. Bu nedenle insanlığın daha iyiye ve mükemmele doğru gelişmesi mümkün olmaktadır. İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak veya ihtiyaçlarının eksikliğinin ortaya çıkardığı gerilimlerden kurtulmak için bunları gidermede etkili olacak hareketlere geçerler.
Uyarılma ve etkinlik içinde olmayı Maslow’ un hiyerarşisine dayanarak şu şekilde açıklayabiliriz: Genel uyarılmışlık hali, organizmanın verimli bir öğrenme sağlayabilmesi için hazır ve tetikte bulunmasıdır. “Canım ders çalışmak istemiyor” diyen öğrenciler aslında yeterli uyarılmışlık seviyesine ulaşamamışlardır. Kantinde ya da yatakta ders çalışmak, bireyin genel uyarılmışlık haline girmesini, dolayısıyla öğrenmesini güçleştirmektedir.
Düşük uyarılma seviyesi öğrenme için uygun değildir. Uyarılma belli bir noktaya geldiğinde öğrenme için ideal olan, en iyi düzeye ulaşmaktadır. En iyi düzeyi aşan aşırı uyarılma hali, öğrenme üzerinde olumsuz etki oluşturmaktadır. Etkinlik içinde aynı şeyi söyleyebiliriz.
Bir insanın etkinlik içinde bulunabilmesi için, önce o harekete güdülenmeye ihtiyacı vardır.
 Güdü (motivasyon): Güdü, davranışa enerji ve yön veren güçtür. Bu güç
organizmayı etkileyerek bir amaç için harekete geçmeye sevk eder. Güdü istekleri, arzuları, ihtiyaçları, dürtüleri ve ilgileri kapsayan genel bir kavramdır. Açlık, susuzluk, cinsellik gibi fizyolojik kökenli güdülere dürtü; bilme ve başarma isteği gibi insani dürtülere ise ihtiyaç denir.
Motivasyon şu tanımları içerir:
 Bir ihtiyacı gidermek için gerekli davranışları başlatan kuvvettir.
 Kişilerin belli bir amacı gerçekleştirmek için kendi arzu ve istekleri ile davranmalarıdır.
 Bireyleri onların özel bir tavırla hareket etmelerine, davranmalarına teşvik eden; kendilerinden veya çevrelerinden kaynaklanan çeşitli güdü ve güdüler topluluğudur.
 Bir hareketin yönü, şiddeti ve devamlılığı üzerine çabuk ve derhal yapılan etkidir.
 Davranışın nasıl başladığı, sürdürüldüğü, yönlendirildiği, durdurulduğu ve tüm bunlar sürerken organizmada mevcut olan öznel reaksiyonlardır.
 Bir şey yapma isteğidir ve yapılan fiilin bireyin ihtiyaçlarını tatmin etme
yeteneği sürdükçe bireyde bulunur.
 Güdülerin etkisiyle eyleme geçme ve gerçekleştirme sürecidir.
Güdü; organizmanın hareketini başlatan, yönlendiren ve sürdüren güç, durumdur.
Güdüler bir kez ortaya çıkıp doyuruldukları zaman tamamen ortadan kalkmaz. Bir süre sonra yeniden ortaya çıkar. Buna güdülerin döngüsel olma özelliği denir. Bunu şu şekilde gösterebiliriz.
Gereksinme Uyarılma Davranış Doyum
Motivasyonun özellikleri:
 Motivasyon kişisel ihtiyaçlar, istekler ve dürtülerden kaynaklanır ve kişiye bir davranışta bulunma isteği verir.
 Motivasyon bir amaca ve ödüle yöneliktir.
 Bazen istenilen bu sonuç, istenmeyen bu şeyden kaçıştır.
 Amaçlar davranışı kontrol etmez, sadece kişiyi etkiler ve kişiyi ihtiyacını
tatmin etmek için uyarır.
 Motive olduğumuz zaman yaptığımız şey, bizim motive olmadığımız
zaman yapmadığımız şeydir.
 Bir ihtiyaç tatmin edildiğinde diğeri ortaya çıkar.
 Tatmin edilmiş bir ihtiyaç artık bir motivasyon aracı değildir.
 Davranışın değişmesine yol açan üç duygu vardır: Korku, görev, sevgi…
Korkudan dolayı motive olduğumuzda bunu mecburiyetten yaparız.
Sevgiden dolayı motive olduğumuzda ise bunu istediğimiz için yaparız.
Yakınlık ve Temas
Bebekler etraftaki seslere, açlığa ve huzursuzluğa tepkileri, ısı değişmelerine ve dokunmaya duyarlılıkları, uyku gereksinimleri, ağlamaları, yatıştırılmaları ve bakım veren kişiyle etkileşimleri açısından çok önemli farklılıklar gösterirler. Anne babanın görevi bebeğin tüm bu davranışlarının ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde bebekler mizaçları açısından farklılıklar gösterirler.
Bir araştırmacı beş tip bebek ayırt etmektedir:
 Kucaklanamayan Bebekler
Çoğu bebek yetişkinlerle yakın ve sıcak temastan hoşlanırlar. Oysa kucaklanmayı sevmeyen bebekler, fiziksel olarak sınırlanmaya ve kollar arsında sıkışmaya tahammül edemezler. Hareketlidirler ve genellikle ayaklarını özgürce hareket ettirmekten hoşlanırlar.
Kucaklanmaktan daha çok göz teması kurmayı tercih ederler. Kendi yerlerinde yatarlarken öpülmekten ve elleri ile ayaklarını oynatarak hareketler yaptırılmasından hoşlanırlar.
 Mutsuz Bebekler
Uyku, uyanıklık ve açlık gibi farklı durumların birinden diğerine geçmeleri çok zordur. Bebek aslında yorgun ve huysuzdur fakat uykuya dalacak kadar rahatlayamaz.
Açlıktan dolayı ağlayıp sızlanır ancak yinede emmekten hoşlanmaz. Karnı tok ve uyanık olduğu zaman da çok sosyal değildir. Kucakta tutulmaktan ve kendisiyle konuşulmasından, karyolasına geri götürülmekten hoşlanmaz. Elleriyle oynamaya başlaması ve gülümsemesi geçtir.
Görünürde bir neden yokken bebeğin sürekli ağlaması kendinizi yetersiz hissetmenize yol açabilir. Sabırla ona daha yakın olmaya ve sevginizi göstermeye çalışırsanız onun daha mutlu olmasını sağlarsınız. Bebeğinizin mutsuz bir bebek olup olmadığına karar vermeden önce onu yeterli derecede sıcak tutup tutmadığınıza yeteri kadar beslenip beslenmediğine, yumuşak bir şeye sardığınızda rahat uyuyup uyumadığına dikkat edin.

 Sinirli Bebekler
Sinirli bebekler uyarıcılara karşı hemen tepki verir, ürker, huzursuzlaşır ve ağlarlar.
Uyarıcı, hapşırma gibi kendi bedeninden ya da ses gibi dışardan gelen bir uyarıcı olabilir. Bu bebekleri alışsın diye korktukları durumlarla karşılaştırarak korkmamayı öğretemezsiniz.
Sinir sistemleri aşırı hassas bebekler oldukları için bazen siz hiçbir şey yapmadığınızı düşündüğünüzde bile ağlayabilirler. Bu nedenle bebeğe katlanabileceği düzeyde uyarıcı sunulmalıdır. Bebeğin sinir sistemi olgunlaştıkça zaten daha fazla uyarılmayı karşılayabilecek hale gelecektir. Bu tür bebeklere bakarken telaşlı olmamak gerekir. Bebeğin altını açarken, bebeği taşırken ve kaldırırken acele edilmemeli ve bebeğin başı elle desteklenerek kendini güvende hissetmesi sağlanmalıdır. Bebeği dikkatlice sarar ve uyumaya bırakırsanız fiziksel uyarılmayı en aza indirmiş olursunuz.
 Uykucu Bebekler
Bu bebekler de dış dünyaya geçişi sürekli uyuyarak geciktirmeye çalışırlar. Bebek sorunsuzdur, bir talepte bulunmaz ancak beslemek için çoğunlukla uyandırmak gerekir.
Etrafında olup bitenlerle ilgilenmez. Bebeğin tepkisizliği hayal kırıklığı yaratsa da genellikle bakımı kolay bebeklerdir. Bu bebeklerin yeterli beslenebilecek kadar uyanık kalmalarını sağlamak gerekir.
 Uyanık Bebekler
Zamanlarının büyük kısmını uyanık geçirdikleri ve sürekli etrafı gözledikleri için genellikle gelişimleri daha hızlıdır. Uyanık oldukları zaman ilgi bekledikleri için bakıcıyı zorlar ve daha fazla zamanını alırlar. Bu bebekleri taşıyabileceğiniz bir şeye yatırarak gittiğiniz odaya götürmek işi kolaylaştırabilir. Kucağınızda gezerken etrafı seyretmekten çok hoşlanırlar. Karyolasına bir şeyler asmak veya yere yatırıp etrafına bakabileceği şeyler koymak bu bebekleri bir süre için oyalar
Başarı ve Takdir Edilme
Kuşkusuz hepimiz yaşam yolumuzdaki aşamalarda başarıyı yakalamak isteriz. Başarılı olmak bizlere mutluluk verir. Başarılı olmanın bir adım gerisinde bekleyen duygu ise takdir edilmektir. Doğumumuzdan ölümümüze dek her yaşımızda, konu ne olursa olsun başarılı olmayı ve karşılığında da anlamlı bir “aferin “ i dört gözle bekleriz. Biz yetişkinler başarılarımızdan dolayı takdir edilme duygumuzu ve ihtiyacımızı belli bir sınıra kadar kontrol edebiliriz. Oysa çocuklarda durum böyle değildir. Çocuklar başarıları yeterince takdir edilmezse büyük duygusal güçlükler yaşarlar: ”Acaba değerli değil miyim?”,
“Sevilmiyor muyum?” gibi.
Çocuğun dünyasında takdir edilmek çok önemlidir. Küçük yaşlardayken ödül olarak verilen kutlamalar, büyüyünce sözel takdirlere dönüşür. Yaptıklarından dolayı takdir edilmeyen ya da az ödüllendirilen çocuklarda bazı davranış bozuklukları görülür.
Toplumumuzda çocuğu takdir etme davranışı tartışılır boyuttadır. Kimi ailelerde, erkek çocuğu küfür ettiği için ağzına acı biber sürülürken, kimi ailelerde alkışlanıp çikolata verilir. Burada da karşımıza yine anne babanın bilinçsizce yaklaşımları çıkıyor. Çocuk gelişimi ve yetiştirilmesi gibi çok önemli bir konuda sadece içgüdüsel olarak davranmanın veya geleneksel davranışlarda bulunmanın bedelini, çocukların büyük bir kısmı mutsuz hayatlarıyla ödüyor.
Oyun ve Oyuncaklar
Oyun
Oyunun tanımı konusunda eski zamanlardan beri çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Tüm bu görüşlerin ortak yönü, büyük düşünür Montaigne’ nin
belirttiği gibi, çocukların oyunu oyun değil, onların en ciddi uğraşıdır”
şeklinde özetlenebilir.

Çağdaş Bir Yaklaşımla Oyun
Oyun; çocuğun kendi kendini ifade ettiği, yeteneklerini fark ettiği, yaratıcı potansiyelini kullanabildiği, dil, zihin, sosyal, duygusal ve motor becerilerini
geliştirebileceği önemli bir fırsattır. Oyunlar önce bebeğin kendi bedensel duyumlarını araştırması ile başlamakta, daha sonra da yakın çevresiyle, daha büyük gruplar ve sosyal ortamlarda gelişerek devam etmektedir.
Bebek ve çocukların gelişim sırasında olgunlaşma ve sosyal boyutun erken
gelişmesinde oyunun önemi belirgindir. Ayrıca içinde yaşanılan kültürün önemli etkilerinden olan araştırma duygusunun ve kurallara uymanın öğrenildiği ve geliştirildiği yer de oyunlardır.

Bebek, çocuk, ergen ya da yetişkin bir kişinin neden oyun oynadığı sorusunun birçok yanıtı vardır. Bunlardan birincisi; içten gelen enerjinin boşaltılması için oyun oynanmaktadır. İkincisi; türe özgü davranışların çok uzun bir süredir aktarılmasına ve sürdürülmesine yardım etmektedir. Bu görüşe örnek olarak kedi yavrusunun fare yakalamadan önce bir şeylerle oynaması ya da kız çocukların bebeklerle oynayarak annelik alıştırması yapmasını verebiliriz. Üçüncüsü ise gelecekteki becerilerin geliştirildiği bir an olarak görülebilir.
Piaget’e göre oyun bir uyumdur.
 Oyunun bedensel değeri: Çocuğun kas sistemini geliştiren aktif oyun, aynı
zamanda çocukta biriken enerjinin boşalmasını sağlar. Bu enerjinin harcanmaması çocuğun nörotik, içe dönük ve alıngan bir yapıya sahip olmasına neden olabilir.
 Oyunun iyi edicilik niteliği: Çocuğu tanımada değerli bir araç olan oyun, onun günlük yaşamdan çevresinden aldığı uyaranların oluşturduğu gerilimden kurtulmasını sağlar.
 Oyunun eğitimsel değeri: Çocuk çeşitli biçim ve boyutlardaki oyun malzemesiyle oynaya oynaya renk, boyut ve objelerin anlamlarını kavrar. Oyun,çocuğun içinde bulunduğu yaşamı kavramasını, gerçekle gerçek olmayanı ayırabilmesini öğretir.
 Oyunun toplumsal ve ahlaki değeri: Arkadaşlarıyla oynamak, çocuğa iş birliğini ve toplu yaşam için gerekli kuralları öğretir. Oyun yoluyla sosyalleşen “ben” ve “başkası” kavramlarının bilincine varan çocuk, vermeyi ve almayı da oyun aracılığıyla öğrenir.
 Çocuk sağlığına oyunun katkısı: Oyun çocuğun fiziksel, zihinsel, dil ve sosyal kapasitesinin gelişmesine fırsat vererek toplum içindeki sosyal rolünün, özdeşiminin ve kendini diğer bireylerden ayıran özelliklerin farkına varmasını sağlar. Çocuk oyun sırasında kendisiyle ve çevresiyle ilgili bilgileri ifade etme olanağı bulur.
Oyun; çocuğa kurallara uymayı, sorumluluk almayı, iş birliğini ve diğer insanlara saygılı olmayı öğretir. Ayrıca girişimci olma, tehlikeyi göze alma, karar verme ve problem çözme yeteneğinin gelişmesine yardımcı olan önemli bir unsurdur. Bunların yanı sıra oyun çocuğun kendisine güvenini geliştirme, duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamada, kendi kendine yeterli olabilme gibi nitelikler kazandırır.

Oyuncaklar
Oyunun çocuğun gelişimi üzerindeki etkileri ne kadar önemliyse aynı şekilde oyun materyalleri de çok önemlidir.
Oyuncaklar çocuğun seçme, değerlendirme duygusunu ve yaratıcılığını geliştirirken aynı zamanda kendi kendine karar verebilme ve belirli alanlarda beceriler kazanmasına da olanaklar hazırlamaktadır.
Bu durumda bizler oyuncakları, gelişim basamakları boyunca çocuğun hareketlerine düzen getiren zihinsel, bedensel ve psikososyal gelişimlerinde yardımcı olan hayal gücünü ve yaratıcı yeteneklerini geliştiren tüm oyun malzemeleridir şeklinde tanımlayabiliriz.
Çocuklar için büyük öneme sahip olan çeşitli boyutlar ve renklerdeki oyun malzemeleri, çocukların oynarken hem eğlenmesine, hem de renk, boyut, biçim, şekil gibi kavramları öğrenmelerine yardımcı olur. Çocuk, arkadaşlarıyla birlikte oynarken paylaşmayı, beklemeyi, iş birliği yapmayı da öğrenebilir. Buna ilaveten çocuklar ellerine geçen oyuncakları bozarak, kırarak, parçaları ayırıp birleştirerek hem meraklarını giderir tatmin olurlar hem de objelerin özelliklerini inceler ve keşfederler.
Okul öncesi dönemde çocukların oyuncaklara ve oyun materyallerine karşı olan bu ilgilerinin yanı sıra, artan bir yaratıcılık, yetişkine benzeme ve taklit çabası da vardır. Bu noktada anne babaya düşen en büyük görev, alıcı ve öğrenmeye hazır olan çocuğa uygun oyuncakların sunumudur. Anne baba bu dönemde, çocuğun gelişim özelliklerine uygun, ihtiyaç duyduğu ortamı ve materyalleri sağlamaktan sorumludur. Bu dönemde anne babalar tarafından üzerinde önemle durulması gereken bir başka konu da çocukların gelişimlerine katkısı olmayan pahalı ve süslü oyuncakların yerine yaşlarına ve gelişim düzeylerine uygun,
uyarıcı ve düşündürücü oyuncakların tercih edilmesidir. Yine bu dönemde yetişkinler çocuklarına gereğinden fazla oyuncak alarak, onların tüm gereksinimlerine cevap vereceklerine inanırlar. Önemli olan oyuncakların çokluğu değil nitelikli olmasıdır.
 Oyuncak Seçimi
 Seçilecek oyuncak çocuğun yaşına, gelişim düzeyine, becerisine ve yeteneklerine uygun olmalıdır.
 Oyuncak, çocukta merak uyandırmalı, çevresini tanımasına yardımcı olmalıdır.
 Oyuncaklar çok karmaşık olmayıp çocuğun tek başına kullanabileceği özellikte olmalıdır.
 Oyuncak satın alırken cinsiyet ayrımı yapılmalıdır.
 Oyuncaklar beceriyi artıracak özellikte olmalı, bu nedenle basitten karmaşığa doğru tercih edilmelidir.
 Oyuncaklar dayanıklı olmalıdır.
 Çok fazla oyuncak almak yerine, gerekli durumlarda eski oyuncakları tamamlayacak parçalar satın alınmalıdır.
 Oyuncağın çok yönlü olmasına dikkat edilmelidir. Bu amaçla kasları çalıştıran, girişimciliği, hayal gücünü artıran, problem çözmeyi ve yaratıcılığı yönlendiren oyuncaklar tercih edilmelidir.

ALINTI::::::::::::::::::


En son ahmetsakir tarafından C.tesi Mart 05, 2011 3:13 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi (Sebep : Abraham H. Maslow, insan ihtiyaçlarını beş temel kategoride incelemiş, ihtiyaçları hiyerarşik olarak ele almış ve insanın en alttaki ihtiyaçların karşılanmasının ardından, bir üstteki ihtiyaçlar kategorisine doğru yöneldiğini söylemiştir. Bu kategoriler e)
ahmetsakir
ahmetsakir

Yengeç
Mesaj Sayısı : 299
Yaş : 61
Noktalar : 6412
Adınız veya Lakabınız : 0 Kayıt tarihi : 17/08/08

Oyun Özellik
Benim Sitem Formunda Üyelerin karakterkeri:
Örnekler:
Bar:
İnsanların karşılanması gereken genel ihtiyaçları. Left_bar_bleue0/0İnsanların karşılanması gereken genel ihtiyaçları. Empty_bar_bleue  (0/0)

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz